6 Mayıs 2013 Pazartesi

Duygu Türk - Öteki, Düşman, Olay

# Duygu Türk - Öteki, Düşman, Olay #

Duygu Türk, "Öteki, Düşman, Olay - Levinas, Schmitt ve Badiou'da Etik ve Siyaset" adlı kitabında her biri çok çetrefil yazabilen bu üç filozofun temel düşüncelerini, günümüzün akademik çalışmalarında az rastlanır bir berraklıkla irdelemeyi, ama bunu yaparken kendi meselesini kurarak ve kendi argümantasyon hattına sadık kalarak anlatmayı başarıyor. Felsefi düşüncenin ifade edilmesi, iletilmesi ve tartışılması açısından Türkçenin taşıdığı imkânları göstermesi de çok sevindirici.

                      

"Siyaset kötülüktür" (evil). Uluslararası ilişkiler disiplini içinde "realizm" olarak adlandırılan bir akımın temsilcisine, Hans Morgenthau'ya ait olan bu sözler, etik ve siyaseti "uyumlulaştırmanın" imkânsızlığı vurgusuyla sürer: Siyaset, diğer insanlar üzerinde iktidar kurmanın, onları "araçsallaştırmanın" alanıdır; oysa ahlaki davranış —Morgenthau, burada Kant'ı ve Marx'ı izlemektedir— her insanın kendi başına bir "amaç" olduğu, hiç kimsenin araçsallaştırılamayacağı kabulüne dayanır. Öyleyse siyasette ancak "daha az kötülüğü seçmenin" sözü edilebilecektir; "siyaset sanatının" kurallarına uygun davranıldığı ölçüde siyasal etik "kötülük yapmanın etiği" nden başkası olamaz.

Durum buysa siyasetten uzak durmamız gerekiyor demektir, fakat bir "kötülük olarak siyaset'in, yaşamlarımızı araçsallaştırırken buna imkân tanıyacağı da kuşkuludur. Gerçekte, gerekçesi farklılaşsa da siyasetin "kötülük" ile bir biçimde ilişkilendirilmesi yabancısı olduğumuz bir yaklaşım değildir; içinde yaşadığımız dönemin son yirmi-otuz yılını şekillendiren eğilimleri bu gözle düşünmek bile yeterince veri sunar. Siyaseti "kirli" bir oyun olarak işaret eden neo-liberalizmi düşünelim örneğin. Neoliberal söylem, siyaseti ekonominin "yasa"sını ihlal etmeye daima meyilli, tikel çıkarların yön verdiği, bu nedenle de "kriz" üreten bir alan olarak kodladı ve bu algının yaygınlaşmasında son derece başarılı oldu. Aslında öne sürüldüğü gibi "tek bir alternatif" varsa siyasete de gerek yoktu; siyaset, uygulama reçetesi belli, teknik bir "idare"ye yerini bırakabilirdi. Farklı toplumlarda farklı hegemonik biçimler alan bu kabul, kısa süre içinde aile, topluluk / cemaat, sivil toplum kuruluşları, "kendi kendine yardım" gibi kurumsallıkları "sorun çözme" adresi olarak işaret etmekte ortaklaştı. Böylece "siyaset yapma"ya ilişkin olumsuz nitelemelere, bu tür toplumsal örgütlenmelere yönelik olumlayıcı bir dil eklendi. Bu tabloda gördüğümüz, bir yandan siyasal söylemlerin teknik bir çerçeveye referansla giderek aynılaşması, diğer yandan ise siyaset pratiğine ilişkin olumsuz nitelemelerin, toplumsal yaşam içerisinde "iyilik yapma", "yardımsever olma" gibi ahlaki duygu, kabul ve pratiklere dönük olumlama ile tamamlanmasıydı. Yani, toplumsal aktörler ahlaki referanslarla yüklü bir söylem içinde, siyasetin "kötü" ama siyaset dışı oluşumların "iyi" olduğu bir mobilizasyona çağrılmaktaydı.

Kuşkusuz siyaseti kendisi dışında ahlaki bir değerlendirmeye tabi tutmanın siyasetin gerçekliği karşısında "boşuna" olduğunu söylemek ile, siyasetin, ekonominin "zorunluluklarına" tabi teknik bir uygulama alanı olarak sınırlandırılması gerektiğini söylemek, farklı siyaset algılarına yaslanan yaklaşımlardır. İlki, siyasetin kendine has kurallarının dışarıdan bakıldığında ancak "kötülük" olarak adlandırılabileceğini ifade ederken, aslında bunun değiştirilemezliğini, siyasetin başka türlü düşünülemeyeceğini de ima eder. Buradan hareketle, bir kez "kötülük" ürettiği kabul edilen siyasete "olduğu haliyle" hareket özgürlüğünü de tanımaktan başka bir sonuca varamayız. İkinci yaklaşım da siyaseti "olduğu haliyle" kötüler fakat bu kez, bir başka alanın —ekonominin, idarenin— kuralları altında, bir "sapma" olarak siyasetten "kurtulabileceğimizi" ima eder; toplumsal aktörler bu kuralların çizdiği çerçeve içinde kalmalıdır. Bana kalırsa, farklı gerekçelere dayansa da bu iki "siyasetin kötülüğü" yaklaşımı benzer bir mesajı taşımakla ortaklaşır: Her durumda, sıradan insanların kendi yaşamlarını belirleme, değiştirme, dönüştürme anlamında "siyasallaşmalarına" olanak tanımayan, toplumsal aktörleri siyaset alanının dışında konumlandıran bir siyaset tanımı veri kabul edilir ve bu yolla yeniden üretilir.

Öte yandan, siyasetin kendine has eğilimlerinin ahlaki bir kötülük taşıdığı kabulünü, pratik siyasetin yine güncel fakat farklı bir görünümüyle karşılaştırmak da gerekir, zira yirmi birinci yüzyıla "şer eksenine karşı insanlığın savaşı"nın ilanı ile girilmiştir. Ahlaki nitelemelerin bu şekilde bizzat siyasetin dilini şekillendirmesi olgusu, bu kez "insanlık" adına konuşan ve "iyiliğin kötülüğe karşı savaşını" başlatan bir siyaset yapma biçimini örneklendirir. Bugün, kuralsız, "halkına zulmeden diktatörler" karşısında, "demokratik" ilkelerin taşıyıcılığını yapma iddiasının bir "askeri müdahale" gerekçesi olarak sunulduğu örnekler hızla çoğalmaktadır. Bu örneklerde de siyasetin ahlaki dile "araçsal" biçimde başvurduğu, bir "kötülük" olarak savaşı ürettiği kuşkusuz söylenebilir, fakat tersinden bakıldığında, ahlaki referansın savaş gerekçesi olarak kullanılabilir oluşu da yeni sorular doğurur. Hangisi daha "kötü"dür, örneğin ahlaki referanslarla şekillenen siyaset mi, yoksa ahlakdışılığı veri kabul edilen siyaset mi? Eğer ahlaki nitelemeler, siyasal özneler tarafından her durumda yeniden tanımlanan biçimsel bir nitelik taşıyorsa, siyaseti bir "değerlendirmeye" tabi tutmak nasıl mümkün olacaktır? Fakat ahlaki bir ayrım olarak iyi ve kötü / şer nitelemeleri siyasetten bağımsız içeriklere sahipse, bir savaş gerekçesi olarak işlev görebilmeleri, yalnız siyasetin değil ahlaki olanın da sorgulanmasını gerektirmeyecek midir?

----

Duygu Türk, "Öteki, Düşman, Olay - Levinas, Schmitt ve Badiou'da Etik ve Siyaset", Siyaset / İnceleme-Araştırma, Nisan 2013, Metis Yayınları.

Bu alıntı tanıtım amacıyla yapılmıştır.

Bu kitabı KitapGalerisi'nden bu linke tıklayarak satın alabilirsiniz.

kitap

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder