1 Ekim 2013 Salı

Aile Savaşları

Aile Savaşları, Bekir Yıldız tarafından yazılmıştır. http://kitapgalerisi.com'da %20 İndirim ve aynı gün kargoya teslim avantajıyla alabilirsiniz. | Everest Yayınları, Roman, 9786051416540, 136 Sayfa, Ekim/2013


Kitabın 1. 2. ve 3. sayfalarından tanıtım amaçlı alıntı yapılmıştır.

Sonbaharda, leylekleri annemle birlikte uğurlamıştık çöllere. Leyleklerin dönüşünü göremedi annem. Bir sabah ezanında, dualar alıp götürdü onu.
Gözlerimi açtığımda, odanın içi alacakaranlıktı. Ezan seslerini beklemeye başladım kıpırtısız. Bir kol uzaklığında bulunan ikinci karyolada karım yatıyordu. Onun da, uyanması için beklediği sesler vardı. Bu, akşamdan kurulmuş çalar saatin çıkaracağı seslerdi.

Az sonra, benim beklediğim seslerle doldu odamız. Alla-hü ekber, Allahü ekber... Eşhedü en la ilahe illallah... Hayye alel Felah, hayye alesselah... Ezan sesleri, gökyüzünde akan ırmaklar gibiydi. Ardı arkası kesilmiyor, biri bittiğinde ötekisi başlıyordu. Kimi zaman da birbirine karışıyor, ama eni sonu gökyüzünden yere dökülüyordu dualı haykırışlar. Bu anlarda inanılmaz duygular yaşıyordum. Gözlerimden sızan yaşlar, yüreğimde denizli fırtınalar oluşturuyordu. Annem, deniz kıyısında, eski bir evde ölmüştü. Ölümünden az önce deniz öylesine kabarmıştı ki, kıyıya vuran dalgalar, onu alıp götürmek istemişti sanki. Bir bozkır kızı olan annem, denizin dalgalarına değil, minarelerden duymayı umut ettiği seslere doğru kanatlanmıştı. Denizin sularına karışmayı da küçümsemiyordu kuşkusuz. Umman, dediği deniz üzerine pek çok hikmetler okumuştu kutsal kitaplardan. Ama, gene de bir fani için, en yüce Tanrı katının gökyüzünde olduğuna inanmıştı hep. Hayata gözlerini açan bir bebe, nasıl yeryüzünün en taze konuğu sayılırsa, annemiz için de, en eski konuk denilebilirdi. Göğsüyle dudakları birbirinden ayrılmıştı. Göğüs kafesi, az ötemizde coşmuş deniz gibi kabarıp sönerken, dudaklarında, ömrü boyunca inandığı Tanrısı, bir görünüp bir kayboluyordu sanki.

Pencereleri, balkonun kapısını açtık. Biz çocukları da, ancak ezan seslerinin duyulmasıyla, annemizin öleceğine inanmıştık. Onun ölümünü neden kolaylaştırıyorduk? Neden şimşeklerin çakması, tüm fabrika düdüklerinin ötmesi, tüm sirenlerin haykırmasıyla onun sıçrayıp doğrulabileceği inancı yerine, şimdiden ölümle yıkanmış yüzlerimizi birbirimizden kaçırıp minarelerin merdivenlerini dolanan müezzinin ayak seslerini duymaya çalışıyorduk? Gözlerimizin önünde bir ömür bitiyordu. Bizleri doğuran kadındı biten. Allahü ekber, Allahü ekberler duyulduğunda, hiçbirimiz ağlamıyorduk. Bu annemize son saygı, son hizmetimizdi sanki. Sozleşmiş gibi diliyorduk ki, tüm İstanbul'un ezan sesleri onun olsun, ona adansın. Öyle de oldu. Ezan seslerini duyar duymaz, göğsüyle dudakları kardeşleşti. Gözleri aralandı. Yüzüne bal sürüldü. Ölen değildi sanki, doğandı. Denizin dalgaları dindiğinde, müezzin, la ilahe illallah, dediğinde, göğsü söndü, dudakları kapandı. Ama gözleri açıktı. Elimin birisini uzatıp gözlerini kapadım.

Akşamdan altı otuza kurulmuş saat çaldığında, karım gözlerini açtı. Uyuduğumu sanıyordu. Gürültü yapmamaya özen göstererek odadan çıktı.Sabah henüz güneşlenmemişti. Ama her şeyi gene de görebiliyor, çıkan seslerle zamanı, saate bakmaksızın biliyordum. Karımın dişlerini fırçalamasının, koltuk altlarının spreylenme sinin, hatta giysilerinin giyim sırasının bile, hangi zaman dilimlerine ait olduğunu kolayca kestirebiliyordum. Annemi dualar alıp götürmüştü. Yasalarla İlk karım, yabancı birisi olmuştu. Çocuklarım vardı gerçi. Onlara karşı sorumluluğum da sürüyordu. Oysa hiçbirisi yanımda olmadıkları gibi, yanımda olmayı da istemiyorlardı. Geriye kala kala, sevdiğim kadın kalmıştı. Şu anda siyah etekliğinin üstüne kırmızı kazağını giyen kadın...Neden gidiyordu o? Yıllardan beri tuttuğum ellerine bile henüz doyamadığım, sevginin ellerde unutulup ayaklara düşmediği bir sevgiyi dolu dolu yaşamamız gerekirken, beni bırakıp gitmesi doğru muydu? Her sabah yinelenen bu ayrılıklar, uzun bir yolculuğa çıkanın geride bıraktığı hüzünden başkaca bir şey değildi açıkçası. Neden fırlamıyordum yatağımdan? Neden, neden önüne durmuyordum? Birlikte olabilmek İçin, dünyanın karşısına geçen bizler değil miydik? Öfkeye de gerek yoktu aslında. Yumuşacık bir dokunuş yeterdi belki de bambaşkalık için. Örneğin, akşamdan çıkardığı kolyesini, iki karyola arasında duran sehpanın üzerinden almak için uzattığı kolunu tutabilirdim. Koynuma alıp hiç konuşmadan, eskiyip çürüyünceye kadar birbirimizde kalabilirdik. 



Bu kitabı KitapGalerisi'nden bu linke tıklayarak satın alabilirsiniz.

kitap

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder