Kitabın 212. ve 213.sayfalarından tanıtım amaçlı alıntı yapılmıştır.
Şehir
O zamanlar aynalar dünyasıyla insanların dünyası, şimdi olduğu gibi birbirinden kopuk değildi.
Borges Uzak ve yakın memleketlerden, kokulan kokulara, hikâyeleri hikâyelere, aşkları ayrılıklara karıştırmak üzere yola çıkan; fırtınalara, korsanlara, salgın hastalıklara, girdaplara ve daha nice badireye göğüs geren inatçı, azimli, renkli gemiler yanaşırdı şehrin kıyılarına. İçlerinden hiçbiri eli boş gelmezdi buraya. Denizin hırçın sularında bir ceviz kabuğu gibi bata çıka seyir eden en yoksul, en derbeder gemi bile bir ikramda bulunurdu muhakkak; tadımlık da olsa. Gemilerin getirdiği her şey şehrin kabulüydü. Oburdu şehir; meraklıydı. Sâkinlerinin aksine, kadere inanmazdı.
İki yakası vardı şehrin; iki yakası asla bir araya gelmezdi. Sanki biri çıkıp şebreng bir kumaşı boydan boya yırtmış, ikiye ayırmıştı da, o kocaman yırtık bir daha dikiş tutmamış, iflah olmamıştı. Neler neler yapılmamıştı ki iki yakayı kavuşturmak için... Fakat şehir inat etmiş; altın sırmalarla, pırlanta bezeli yüksüklerle, kristal iğnelerle kapısını çalanlara yüz vermemişti. Nice sonra, gözüpek bir terzi, makasını gökyüzüne uzatmış ve bir hamlede, masmavi semadan kocaman bir parça kesip onunla yamamıştı o şebreng kumaşı. İşte o vakit, şehrin iki yakası bir daha hiç kavuş-mamacasına ayrı düşmüştü. İki yakanın arasına deniz girmişti. Terziye gelince, kaş yapayım derken göz çıkarttığını fark ettiği an, ince ve çalak vücudunu o şebreng kumaşın soğuk ellerine bırakıvermişti. Bir dal çıtırtısı çıkmıştı kırılan boynundan ve tek damla yaş süzülmemişti açık kalan gözlerinden.
Bir destandı şehrin hikâyesi; ve o, sadakat nedir bilmese de, aslını inkâr etmezdi. Gerçi sık sık teklerdi hafızası ama unutmak istemediklerini unutturmalarına asla müsaade etmezdi. Deliliği tuttuğunda, yumurta aklarıyla örülen surlar dahi onu zaptedemezdi. Kimi içine alacağını bilir, gözünün tuttuğuna teslim ederdi kendini. Bazen sıkılır, zeytin çekirdeğinden kurtulur gibi tükürüverirdi sakinlerini. Bazen de sımsıkı sarılırdı bulduğuna, ince, uzun, dolambaçlı sokaklarını yüzlerce kol, binlerce kement gibi kullanarak ve nazlı nazlı akan sularından kuvvetli bir zamk yaparak, örümcek sabrıyla örerdi ağlarını. Çok geçmeden, pençelerini geçirirdi tutsağının beyaz etine. Ve o vakit, tutsak, "Ne olur sal beni!" diye yalvarırdı ağlamaklı bir ifadeyle. Şehir kahkahalarla gülerdi. Sonra aniden sessizleşir, kalbi küt küt atan tutsağın yanağını şefkatle okşayıp sıcak, ıslak bir öpücük kondurur ve "Elbette salarım" derdi fısıltıyla. Ardından, renkten renge giren gözlerini tutsağın korku dolu gözlerine dikip, tamamlardı lafını:
"Elbette gidebilirsin, ama ben istediğimde!"
Bir yerden bir yere giderken uğranılacak, yahut uzak bir akrabanın hasta ziyaretinde görülecek ya da dokunmadan sevilebilecek bir şehir değildi o. Oradaydı; varlığından kaçmayı imkânsız kılacak kadar yakında ve birlikte var olunamayacak kadar uzaktaydı. İki-' başlılığının tadını çıkarır, acısını çekerdi. Küstahtı. Hüzünlüydü. Yalnızdı. Ve sakinlerinin aksine, kadere inanmazdı, illa da bir şeye inanması gerektiğinde, kader yerine, bu dünyadaki en güzel şehir olduğuna inanmayı tercih ederdi. Talihsiz terzinin mavi göğe makasını daldırdığı yere hudutsuz bir ayna yerleştirmişti. Bütün gün o aynaya bakıp, kurulacak sıcak bir kucak bulmuş bir kedi gibi gurul-dayarak kendini seyrederdi. Suratındaki en ufak değişikliği anında fark eder; şu koskoca kâinatı durmaksızın renk değiştiren gözlerinde taşıdığını iddia ederdi. Suretinde Ademoğullarınm, Havvakızla-rının türlü türlü hallerini görürdü. O türlü türlü halleri yoğurup isim yapar, tek bir vücutta bunca farklı isim taşıdığı için caka satardı. Şehr-i kıyamet veya şehr-i şirin yahut İstanbul, insana dair ne varsa suretinde taşırdı.
Bu kitabı KitapGalerisi'nden bu linke tıklayarak satın alabilirsiniz.
kitap
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder