1092 ilkbaharının ortalarında oldukça büyük bir kervan Semerkant ve Buhara'dan geçip kuzey Horasan'a doğru uzanan, ardından da Elbruz Dağları'nın eteklerine dek kıvrıla kıvrıla giden eski askeri yolda ilerliyordu. Karların erimeye başladığı sıralarda Buhara'dan yola çıkan kervan haftalardır yollardaydı. Arabacılar kırbaçlarını savurup, yorgunluktan tükenme arifesindeki arabalara koşulu hayvanlara çatlak sesleriyle bağırıyorlardı. Birbirlerinin peşi sıra uzayıp giden tek hörgüçlü Arabistan Hecin develeri, katırlar ve çift hörgüçlü Türkistan develeri büyük bir
uysallıkla yüklerini taşıyorlardı. Uzun tüylü, kısa boylu atlarındaki silahlı muhafızlar ufukta belirmeye başlayan uzun dağ sıralarına eşit derecede hissettikleri hasret ve bıkkınlık duygularıyla bakıyorlardı. Yavaş ilerlemekten bitkin düşmüşlerdi. Bir an evvel hedefe ulaşmaya can atıyorlardı. Zirvesi karlarla kaplı Demavend Dağı'na, takip ettikleri yol dağın eteklerine uzanıncaya dek yaklaştılar. Esmeye başlayan temiz dağ havası gündüz hem insanları hem de hayvanları zindeleştiriyordu. Ama geceler dondurucuydu. Karanlıkta muhafızlar ve arabacılar kamp ateşleri etrafında toplanıp, ellerini ovuşturup, sızlanarak ısınmaya çalışıyorlardı.
Develerden birinin iki hörgücü arasına kafese benzer küçük bir bölme yerleştirilmişti. Zaman zaman küçük bir el bölmenin penceresindeki perdeyi kenara çekiyor hemen ardından da gencecik bir kızın korkulu yüzü görünüyordu. Kızcağız iri, ağlamaktan kızarmış gözleriyle etrafını kuşatan yabancılara yolculuğun başından beri içini kemiren soruya cevap bulmaya çabalıyormuşçasına bakıyordu. Nereye götürülüyordu ve ona ne yapmayı planlıyorlardı? Ama elli yaşlarındaki, haşin tavırlı, bol şalvarlı, heybetli sarıklı, kızın yüzünü her görüşünde büyük bir hoşnutsuzluğa bürünen kervan başı dışında kimsenin dikkatini çekemiyordu. O anlarda kız hemen perdeyi çekip, içeri kaçardı. Buhara'daki sahibinden satın alındığından beri iç içe geçen ölümcül korkuyla kendisini bekleyen kadere ilişkin karşı konulmaz merak duygulan arasında gidip geliyordu.
Bir gün, yolculuklarının sonuna yaklaştıkları esnada, sağ taraflarındaki tepelerden inen bir grup atlı yollarını kesti. Kervanın baş tarafındaki hayvanlar kendiliğinden durdular. Kervan başıyla muhafızlar eğri kılıçlarını çekip savunma düzeni aldılar. Gelenlerin arasından kısa boylu al atındaki bir adam öne doğru çıkıp, kervana sesini duyuracak kadar yaklaştı. Yüksek sesle parolayı söyledi. Kervan başı da hemen onu cevapladı. İki adam birbirlerine doğru yaklaşıp, hürmet dolu tavırlarla selamlaştılar. Sonrasındaysa yeni grup liderliği ele aldı. Kervan yoldan ayrılıp, karanlığa dek ilerleyecekleri fundalığa yöneldi. Sonunda çok uzaklardaki bir dağ deresinin şırıltılarının işitilebildiği küçük bir vadide kamp kurdular. Ateş yakıp, apar topar bir şeyler yiyip, ölü gibi uyudular. Güneş doğduğunda ayaklanmışlardı. Kervan başı arabacıların gece devenin sırtından indirip bir kenara yerleştirdikleri bölmeye doğru yöneldi. Perdeyi kenara çekip, aksi bir ses tonuyla seslendi. "Halime!" Pencerede korku dolu küçük bir surat belirdi. Ardından alçak, dar kapı aralandı. Kervan başı güçlü eliyle kızı bileğinden yakalayıp hızla dışarı çekti.
Halime tir tir titriyordu. Şimdi işim bitti diye düşündü. Önceki gün kervana katılan yabancıların komutanının elinde siyah bir bez parçası vardı. Kervan başının işaretiyle adam fazla bir çaba harcamadan ufakça bir bezle kızın gözlerini sımsıkı bağladı. Sonra atına yerleşip, kızı arkasına oturttu. Ardından geniş pelerinini kızın üzerine örttü. Kervan başı ile birkaç kelime konuştu. Sonra da dörtnala yola koyuldu. Arkasındaki Halime korkudan büzüldükçe büzülmüş, dehşet içinde ona tutunmaya çalışıyordu. Nehrin sesi giderek yaklaşıyordu. Bir ara durdular. Adam kısa bir süreliğine biriyle konuştu. Sonra yeniden yola koyuldular. Ama artık daha yavaş ve dikkatli ilerliyorlardı. Halime nehrin sağ tarafında, son derece dar olması gerektiğini düşündüğü bir yolda ilerlediklerini talimin etti. Aşağıdan esen serin hava bir kez daha dehşetle kasılmasına neden oldu.
Yine durdular. Halime bağrışmalar ve şakırtılar işitti. Sonra yine dörtnala ilerlediler. Nalların sesleri burada bir hayli boğuklaşmıştı. Nehrin üzerindeki köprüden geçiyorlardı. Bundan sonrasıysa adeta bir kabus gibiydi. Bağırışlar çağırışlar işitiyordu. Sanki cenkteki bir ordunun ortasına düşmüşlerdi. Adam onu pelerinin altından çıkmasına izin vermeden attan indirdi. Kızı çekiştire çekiştire önce düz bir zeminde yürütüp ardından da birkaç basamak indirdi. Oldukça karanlık bir yerde gibiydiler. Birden pelerini çekip aldı. Halime üzerinde başka birinin elini hissetti. Dehşet içinde, ölmek üzereymişçesine titriyordu. Onu kendisini buraya getiren atlıdan alan adam kahkahayla güldü ve bir koridora yöneltti. İçini sanki bir mahzene girmişlercesine tuhaf bir ürperti kapladı. Hiç bir şey düşünmemeye çalışıyor ama başarılı olamıyordu. Her geçen
dakika yaşamının en korkunç anına yaklaştığına daha bir inanıyordu. Onu tutan adam diğer eliyle duvarı yoklamaya koyulmuştu. Sonunda bulduğu bir cismi sertçe itti. İçeride gürültülü
bir çan sesi yankılandı.
Halime bağırıp adamın elinden kurtulmaya çalıştı. Adamsa sadece gülüp neredeyse şefkatli olarak tanımlanabilecek bir ses tonuyla, "Çırpınmayı kes, küçük tavus kuşu. Sana kimse dokunmayacak," dedi. Demir zincirler şakırdarken Halime gözlerindeki bağın arasından belli belirsiz bir ışık seçer gibi oldu. Beni zindana atıyorlar diye düşündü. Aşağıdan gürültüyle akan nehrin sesi işitiliyordu. Halime nefesini tutmuştu. Çıplak ayak sesleri işitildi. Biri yaklaşıyordu. Kolunu tutan adam onu yeni gelene devretti. "İşte geldi, Adi," dedi.
Şimdi kollarını kavrayan kollar aslan pençeleri kadar güçlüydü. Ve de çıplaktı. Adamın göğsü de çıplak olmalıydı. Bunu adam kendisini kucaklarken hissetmişti. Bir devin kucağında olmalıydı.
Bu kitabı KitapGalerisi'nden bu linke tıklayarak satın alabilirsiniz.
kitap
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder