Kitabın 17.18. ve 19. sayfalarından tanıtım amaçlı alıntı yapılmıştır.
Jude ölmüştü.
Yaz mevsimine göz kırpan sıcacık bir havada insanların hayatın koşullarını, tenlerinin renklerini ve beşeriyetin hangi sınıfına ait olduklarını kısacık bir an için şöyle bir kenara bırakıp da yüksek sesle kahkaha attıkları bir günde, çocukluk ve kadınlık arasında bir yerlerde gezinen Jude'un, yaşıtlarıyla birlikte sassafras ağaçlan arasında kıkırdaması ya da çıplak ayaklarını Hodges Gölü'ne batırıp çıkarması ve etkisini sürdüren serin havayla ürpermesi gerekiyordu.
Ama Jude ölmüştü.
O yumuşacık, pembe ve el değmemiş kadınlığı kıskançlığın keskin bıçağıyla doğranmış ve cansız bedeninin yola bakan tarafında öylece yere bırakılmıştı. Saçtan yapılma kalın halatlar gibi görünen örgüleri, çam iğneleri ve toz toprakla karışmış halde başının üzerinde darmadağındı. En sevdiği renkler olan sarı ve beyaz kumaştan elbisesi boynuna kadar sıyrılmış, kış boyunca yeni yeni tomurcuklanan göğüslerini açıkta bırakmıştı.
Cinayet, buram buram Beyaz Adam kokuyordu. Bu yalnızca gerçeğin bir kısmıydı. Fakat kimsecikler bunu yüksek sesle dile getiremiyordu. Yıl 1940... Arkansas'ın Bigelow kasabası... Ölen, zenci bir çocuk... Daha fazla söze gerek var mı?
Cinayeti, ölen çocukla aynı ten rengine sahip insanlardan başka kimse umursamadı.
Ama onu besleyip büyüten, sancılı gecelerinde onu okşayıp yatıştırmaya çalışan, ilk adımlarında alkışlayıp, o tatlı ağzından dökülen önce anne sonra baba kelimelerini duyunca ağlayan anne ve babası umursadı.
Evet, bu cinayet, tatlı mı tatlı Jude'un, değil bir insanı, bir sineği bile incitmeyen ailesinin umurundaydı. Jude'a yapılanları kelimelerle açıklamak mümkün değildi.
Olanlar, ilk olarak Edelson denen çocuktan duyuldu. Tüm yolu koşarak gelmiş ve vardığında nefes nefese kalmıştı. Demircilik yapan Zenci John, cesedi yolun bir buçuk kilometre kadar aşağısında bulmuş ve yola çıkmak için kendini toparlamaya çalışırken, küçük kızın üzerini bir çuvalla örtmüştü. Cesede bakakalan çocuğu kendine getirmek için de onu iki kez baş aşağı çevirmek zorunda kalmıştı.
Çocuk gittikten sonra Zenci John kalıp, küçük kızın örselenmiş cansız bedenini kollarının arasına aldı ve onu kamyonetin arkasındaki içi tarla mahsulleriyle dolu kasa ve çantaların arasına nazikçe bıraktı. Ayakta durup, bu neredeyse kadın ama bir o kadar da çocuk olan bedene baktı. Hayattayken, tıpkı babası gibi uzun boylu ve iriyarı biriydi ama ölüm Jude'un bedenini adeta küçültüvermişti. Belki de derisinin, vücudundaki kırıkların aralarına doğru çökmesi sebebiyle böyle ufak ve eğri büğrü görünüyordu.
Acıyla başını iki yana salladı ve olanlar için bir açıklama beklercesine başını göğe doğru kaldırdı. Bir karatavuk sürüsü güneşle arasına girdi; sonra hepsi birden dağılıverdiler. On beş yıldır kimseye itiraf etmemiş olsa da John, belki bu manzara neden ve nasıl sorularının açıklamasıydı, diye düşünerek o anı hatırlayıp dururdu.
John'un karısı, Jude da dahil olmak üzere Bigelowlu çocukların çoğunun doğumunda yardımını esirgememişti. Şimdi, Jude'un bu hazin sonuna şahit olunca kendi evladını kaybetmişçesine perişan olacaktı. John, çocuğun cansız bedenine tekrar baktı ve derin bir ah çekti. Hayat devam ediyor, yola devam, diye mırıldandı kendi kendine. Sonra, aklına gelen bu cümlenin konuyla ne ilgisi olduğunu düşünse de bulamadı.
Oyalanıyordu. Patates, turp, lahana, yerelması ve Jude' un cansız bedeniyle yüklü arabasının arkasında dikilmiş öylece duruyor, gitmesi gereken yere varışını ve hemen ardından yaşanacak o karanlık sahneyi elinden geldiğince uzağa taşımaya çalışıyordu. Ağlayan gözler ve feryat eden diller... Keder sık sık uğramıştı John'un hayatına, ancak evladını kaybetmiş bir annenin kederi yok mu, işte o, kederlerin en koyusudur.
kitap
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder