Kitabın 43.44. ve 45.sayfalarından tanıtım amaçlı alıntı yapılmıştır.
"Yum gözünü!"
Pera-1885
Akşam ezanından sonra, yokuşun tepesindeki vişne rengi çadırın batıya bakan kapısı kadınlar için açılırdı.
İşte o zaman kadınlar üçer beşer, beşer onar girmeye başlardı yokuşun tepesindeki vişne rengi çadırın batıya bakan kapısından içeri. Gürültülerini de beraberlerinde getirerek. Koca çadırın haremlik kısmı onlara tahsis edilmişti. Kucaklarında şişkin bohçaları yanlarında mızmız çocuklarıyla, birbirlerine sokulup feracelerine sarılarak geçerlerdi eşikten. Yüzlerce kadın gelirdi buraya; her tıynetten, her meşrepten. Hangi millete mensup oldukları, hangi dilde konuşup hangi dinde ibadet ettikleri mühim değildi. Kadın olmaları kâfiydi; bir de, birlikte gelmeleri. Keramet Muini Keşke Memiş Efendi şart koşmuştu: Kadın dediğin yalnız başına varmamalıydı bu çadıra.
Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi bilirdi ki, vişne rengi çadırın batıya bakan kapısı, ayın aydınlık yüzüydü.
Bir de tuhaf bir hikâye anlatırdı onun hakkında. Dediğine göre ayın aydınlık yüzü, sevilmemekten korkarmış en çok, bir de ağlarken tek başına olmaktan. Gümüş bir tarakla ta-rarmış saçlarını. Tarağın savatlı dişlerine takılan ışıltılı saç tellerini Özenle toplarmış. Sonra, her bir saç telini gizlice bir başka insanın omzuna bırakırmış. Saçı kimdeyse, onun gözünde unutulmaz olacağına inanırmış. Haksız da sayılmaz-mış hani; omuzlarında ayın aydınlık yüzünün ışıltılı saç telleriyle dolaşanlar, gece olur olmaz yüreklerinin niçin böyle sıkıştığını bir türlü anlayamayıp endişelerinin gözbebekleriyle birlikte büyüdüğünü bilmeden dalgın dalgın bakarlarmış gök kubbeye. Aradıklarının orada olduğunu derinden hisseder ama hislerine tercüman olamazlarmış. Hatta içlerinden bazıları bu semavi sevdaya kendilerini kaptırıp yemeden içmeden kesilirmiş. Neyse ki, ayın aydınlık yüzü çabucak sıkılırmış oyun arkadaşlarından. Gördüğü her sureti iki nefeste siler, bulduğu her muhabbeti tek yudumda içer, kurduğu her dostluğun dibine tez vakitte darı ekermiş. Hiç kimse yeterince acayip, hiçbir hikâye yeterince şairane değilmiş. Gene de vazgeçemezmiş insanlardan. Korkarmış çünkü; ölesiye korkarmış yalnız kalmaktan, ağlarken tek başına olmaktan. Bir kuyuya eğilip bakır bakraçtaki suda kendine bakmış bir zamanlar. "Ne kadar güzelim" demiş hayran hayran. "Öyleyse niçin çirkin biri kadar bile mutlu olamıyorum?" Kuyu homurdanmış, su bulanmış. "Ne kadar parlağım" demiş dalgın dalgın. "Öyleyse niçin yüreğimdeki karanlıktan kurtulamıyorum?" Bakır bakraç çatlamış, her çatlaktan ayrı ayrı su sızmış.
Ayın aydınlık yüzü o gün bugündür uzak dururmuş kuyulardan. Cevapsız kalan soruları hatırına düştükçe, yanından hiç ayırmadığı gümüş pudralığını açıp uzun uzun pudrala-nırmış. Her daim biricik olmak istermiş, eşsiz ve rakipsiz. Kendinden daha parlak bir dişiye tahammülü yokmuş, şayet bir gün böyle biri çıkarsa karşısına, onu ortadan kaldırmak için yapamayacağı şey de. Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi bu hikâyeyi durduk yerde anlatmazdı. Zira gayet iyi bilirdi ki, kadınlar en çok birbirlerine düşmandı. Kadınlar ne vakit bir araya gelseler evvela tepeden tırnağa birbirlerini süzer, şıppadak birbirlerinin derdini tasasını keşfeder, ancak ondan sonra hal hatır sormaya geçerlerdi. Muhabbet koyulaştıkça, nerede bir yırtık yahut leke, karanlık oda yahut mezbele varsa, teker teker tespit edip özenle işlerlerdi hasıraltı defterlerine. Arkadaşlıkları tavşan uykusuna benzerdi. Yüzleri birbirlerine dönük uyurlardı, en ufak çıtırtıya kulak kabartarak. Sırdaşlıklarının harcı yumurta aklarına bulanmış vehimlerle karılmıştı. Yapı sağlamdı sağlam olmasına da, zangır zangır sallanırdı dipten vuran ilk kuruntuda. Oysa gümüş bir ayna olmadan, işini tam yapamazdı gümüş tarak. Bir ayna lazımdı muhakkak. Keramet Mumi Keşke Memiş Efendi bilirdi ki, kadınlar birbirlerinin akislerinde çirkinleşirdi. Birbirlerine katiyen arkalarını dönmemeli; yan yana, kol kola gelmelilerdi bu sebepten. Yokuşu birlikte çıkmalı, bir vişne ağacı kadar kalabalık olmalılardı batıya bakan kapıdan içeri
girdiklerinde.
Kadınların bazıları zaten birbirlerinden ayrılmamayı huy edinmişti. Dost canlısıydı çoğu ya da öyle görünmek isterdi. Güle oynaya çıkarlardı yokuşu. Yokuşun dibinde cümbür cemaat başlattıkları yolculuğu, çadırın ağzında gene cümbür cemaat noktalayarak. Bazıları da, eninde sonunda bir araya gelmeleri gerektiğini gayet iyi bildikleri halde, mümkün olan en son adıma kadar ayrı ayrı, ayrı gayrı tırmanırlardı ilk merhaleyi. Soğuk nevaleydi çoğu ya da öyle görünmek isterdi. Yokuşun üzerindeki çeşme, onlar için dönemeçti. Çeşmeye vardıklarında, elmahkûm yaklaşırlardı birbirlerine. Kurum kurum kurulurdu çeşme; coştukça coşar, taşırırdı sularını. Kadınlar buz gibi suyla ağızlarını, alınlarını, boyunlarını ıslatırlardı. Oraya kadar bir başına gelmiş olanlar birer ikişer toplaşır, bu zaruri arkadaşlığa uysalca sokularak yollarına devam ederlerdi. Tanışma faslıyla geçerdi yokuşun ikinci kısmı. Bundan sonra birbirlerinden ayrılmamalılardı; bundan sonra yabancılar ahbap, ahbaplar ayakdaş sayılırdı. Her adımda herkes biraz daha ferahlar, biraz daha açılırdı.
Bu kitabı KitapGalerisi'nden bu linke tıklayarak satın alabilirsiniz.
kitap
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder