Kitabın 13.14. ve 15. sayfalarından tanıtım amaçlı alıntı yapılmıştır.
2011 yılının 2 Ekim'i. Bir doçentlik jürisi için Trabzon'dan Erzurum'a gidiyorum. Otobüsün kalkmasına on beş dakika var. Otogarda banklardan birine oturuyorum. Tatlı bir güneş içimi ısıtıyor. Simidimi bir sokak köpeğiyle paylaştıktan sonra yerime geçiyor, camdan dışarı bakmaya başlıyorum. Otobüs üniversite öğrencileriyle dolu. Çoğu bu yola ilk kez çıkıyor, daha birinci sınıf. Ekim. Dönem başı.
Derken henüz on yedi on sekiz yaşlarında bir kız biniyor otobüse, neredeyse bir çocuk. Uzun, dalgalı, koyu kestane rengi saçları, kocaman kahverengi gözleri var. Ufak tefek biri. Aniden irkiliyorum. İlk anda tanıyamayacağım kadar uzak. Mümkün değil! Ama ben bu yüzü tanıyorum. Bu gidişi iyi biliyorum. Yanımdan geçerken, ellerim iki yana düşmüş, büyülenmiş gibi bakıyorum yüzüne. Bir an için göz göze geliyoruz. Gözlerinden bir ilgi kavsi geçse de beni tanımıyor. Yerine oturuyor. Çaprazımda. Başımı hafifçe çevirsem onu görüyorum.
Yol boyunca bir yabancıyı izler gibi gizlice izliyorum onu. Aslında utanıyorum. Ama üst üste yapışmış ve aslında tek ve mutlak bir ben olan sonsuz sayıdaki benlerden ayrılan bir ben karşıma dikilmişken, başka türlüsü mümkün değil. "Her dem yeniden yaratılan" benlerden biri, bir gölge suretinde karşıma dikilmiş.
Bazı şeyler hiç değişmemiş. İşte o da ben de sarsıntıya aldırmadan dizimize dayadığımız deftere cümleler yazıyoruz meselâ. Ara sıra dışarı bakıyoruz;. Asfalt üzerine konmuş kuşu otomobil ezer diye korkuyoruz. Biri elinde diğeri kucağında iki çocukla karşıya geçmeye çalışan bir kadın görünce yüreğimiz ağzımıza geliyor. Yol kenarında otobüse el kaldıran mahzun ihtiyarın nasıl bir hayatı olduğunu düşünüyoruz. Çiçeğe uzanan bir kız çocuğunu bir resim olarak zihnimize işliyoruz. Otobüs bir dağ başında mola verdiğinde simidimizden kalan parçayı minik sarı kedinin önüne bırakıyoruz. Ayaklarımızın altında uzanan sis denizine, ekim bu, sararmaya başlayan ağaçlara, toprağın üzerinde burgaçlanan kuru yapraklara, tepelere düşmüş ilk kara, geliyorum diyen kışa sevinçle bakıyoruz. Muavinlerin "limon kolonyası" hikâyesinden hâlâ hoşlanmıyoruz. Hâlâ başımızı koltuğa bırakıp da iki satır uyuyamıyoruz.
Bazı şeylerse çok şey değişmiş. Giderken Hamsiköy'e, dönerken Aşkale'ye kadar ağlayan bir çocuk o. Benimse ağlamalarım bambaşka coğrafyalara çoktan kaymış. O henüz ihtişamı yara almamış bir dağı tırmanacak "Zigana'nm körü"ne sadaka vermeyi borç bilen otobüslerin içinde. Bense eskiden kıvrım kıvrım tırmanılan dağları şimdi tünellerle, kestirmeden geçiyorum. O, bu yolun her hâlini her mevsimini bilecek, yeni yollar yapılmamış daha. Benimse yolum hayli kısalmış, hayli konforlanmış. O iklimin de dağların da ağaçların da renklerin de adım adım değişmesini ilk kez görüyor. Bense ezber etmişim çoktan. Beni otobüs tutmuyor artık. Oysa onun her virajda başı dönecek. Bu berbat bulantıyı eksiltebilmek için Değirmendere'nin, Harşit çayının köprülerini sayacak. Onun bindiği otobüslerde elma bahçeleri ile dolu vadiler boyunca sonuna kadar açık radyodan maç yayınları dinleniyor. Benimse koltuğumun önünde ekran var, sevdiğim şarkılar listede hâlâ olmasa da.
Bilet almakla yerine oturmak arasındaki mesafe bazen hiç bitmeyerek bazen yetmeyerek bindiğim her otobüsteki yol arkadaşlarımı bir bir hatırlıyorum. Kulaklarım tıkanıyor. Dönüp çaprazıma bir kez daha bakıyorum. Sırtında o yavruağzı kazak var, kol ağızları eprimiş ama vazgeçilemeyen o sevgili kazak. Başını cama dayamış. Yanındaki koltuk boş. Küçük çantasını oraya bırakmış.
Gitsem. Dikilsem karşına. Yanındaki koltuğa otursam. Desem ki? Ne desem?
Ne kadar çok yol arkadaşı olacak. Ve bazıları ne kadar fena olacak.
Sus, Konuşma en iyisi.
Geriye dönüp otobüsün arka sıralarına doğru bakıyorum. Göz göze geldiğim ama tanıyamadığım kahverengi gözlü, uzun siyah saçlı (veya belki değil?) benden daha yaşlı bir kadın beni göz hapsine almış mıdır? Belki o beni tanımıştır da ben onu tanımamışımdır.
kitap
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder