19 Haziran 2014 Perşembe

Gelenek Ve Modernlik Arasında

Gelenek Ve Modernlik Arasında, Mustafa Armağan tarafından yazılmıştır. http://kitapgalerisi.com'da % 20 İndirim ve aynı gün kargoya teslim avantajıyla alabilirsiniz. |  Timaş Yayınları, Tarih, 9786050807653, 304 Sayfa, Haziran/2014
Kitabın 126. ve 127. sayfalarından  tanıtım amaçlı alıntı yapılmıştır.
Fena fillâh, fizikî, görünen varlığı inkâr etmek anlamına gelmez. Allah ile beraber olmak, kesinlikle onunla özdeş olmak değildir. Yalnızca, sufi bu düzeyde kendi varlığını ve âlemin varlığını, ışıktan gözleri kamaşmış birinin etrafını göremeyişi gibi fark etmez. Ama eşyayı inkâr edemez. Zaten sufiler fena ve bekâ'dan sonra üçüncü bir makam öngörürler ki, bu her türlü aşırılıktan kaçınmak için zorunludur: Sahv (uyanıklık) makamıdır bu.
İnsanî iradenin ilâhî irade içinde yok olması son makam olamaz. Bu mertebeye erişmiş bir insanın halka karşı sorumlulukları vardır. Onları da aydınlatmak, irşad etmek, onlara da aynı yolu açmak üzere halkın içine geriye dönmelidir. Bu da fena ve bekadaki sarhoşluk (sekr) halinden uyanıklık (sahv) haline geçmekle, yani eşyanın gerçekliğini yeniden tanımakla olur.
Sülemî bir kitabında fena ve bekâ'yı şöyle tanımlar:
Zahirde fena, kuldan her türlü kötü huyun gitmesi, beka ise her türlü iyi huyun kalmasıdır. Hakikatte ise fena, kulun kendi sıfatlarında yok olup Allah'ın kendisinden istediği şeylerle baki olmasıdır.
Özetlersek, ilk devir mutasavvıflarınca yani 3/10. yüzyıldan önceki dönemde yaşayan sufilerce fena ve beka üzerinde aşırı biçimde durulması, onları bir tür "vahdet-i vücûd" esprisine
doğru götürmekle birlikte "vahdet-i vücûd" 'doktrinine' rastlanmadığı söylenebilir. Felsefenin İslâm âlemine yayılmasıyla birliktedir ki, fena fillâh teorisi son sınırlarına dek sürdürülmüş ve sonuçta vahdet-i vücûd görüşüne varılmıştır.

Vahdet-i Vücûd Öğretisi
Vahdet-i vücûdla ya da İbn Arabî'yle ilgili çalışmaların çoğunda ortak olarak yinelenen husus, İbn Arabî'nin tasavvufî gelenek içerisinde bir "kırılma noktası" teşkil ettiğidir. Gerçekten de İbn Arabi'den önce sufi öğreti ve yöntemlerinin böylesine kapsamlı bir sentez ve yorumunu, formülleştirilmiş biçimlerini bulmak mümkün değildir. Daha önceki sufiler (örneğin Hakim Tirmizî ve Bâyezid Bestâmî gibiler) büyük ölçüde ya tarikatın izleyicilerine amelî işaretler sunuyor ya da kendinden geçme ve gerçeklenme durumlarında dile getirilmiş sözleri söylüyorlardı. Ama bu 'kırılma'nın da önemli bir nedeni vardır sufilere göre. Gerçekte sufi doktrinlerinin İbn Arabî tarafından açık açık formülleştirilmesi, seslendikleri çevre için daha ileri düzeyde bir açıklama ve aydınlanma ihtiyacının ifadesidir. Açıklamaya duyulan ihtiyaç, kişinin bilgisizliği ve eşyayı solgun bir sezgi ve iç-görüş melekesiyle kavrayabilme gücünü yitirmiş olması ölçüsünde gerekli olur. İslâm medeniyeti, vahye dayalı kaynağından zaman itibariyle uzaklaştıkça, açıklanmaya duyulan ihtiyaç, kişilerin manevi iç-görüş ve anlayışların azalması derecesinde artmıştır. İlk kuşaklara eşyanın iç anlamını kavramak için yalnızca bir işaret yetiyordu; sonraki yüzyılların insanları ise çok yönlü bir açıklama ihtiyacı duyuyordu.
Bununla birlikte İbn Arabî'den önceki sufilerde vahdet-i vücûda çok yaklaşmakla beraber sistemleştirilmemiş bir fena fillâh anlayışı bulunduğunu görmüştük. Öne sürülen görüşler (örneğin Hallac'ınkiler) bu sınırı zorlamakta, fakat pek aşmamaktadır. İbn Arabî iledir ki, bu sınır aşılmış ve fena fillâh'ın daha sistemleştirilmiş şekli olan "vahdet-i vücûd" doktrini (terimi zikredilmese bile) bütün İslâm tasavvufunun teorik temeli ve rehberi durumuna gelmiştir.
Bu kitabı KitapGalerisi'nden bu linke tıklayarak satın alabilirsiniz.

kitap

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder