Kitabın 1.2. ve 3. sayfalarından tanıtım amaçlı alıntı yapılmıştır.
Daha yazdıklarımı şöyle bir okumaya başlayınca hızla başka türlü yazılmaya başladılar bile. Çünkü anlık duygularımı, hemen gelen çağrışımları, izdüşümleri yazmaya çalıştım.
Şehirleri her zaman canlı organizmalar olarak görürüm. Onlara, önceden bize söylenen bütün uyarı ve ön yargıları bir yana bırakmaya çalışarak pozitif yaklaştım. Zamanın besleyip büyüttüğü, şekil verdiği mekânlar olarak şehirleri bir resim gibi değil nefes alan, emek isteyen, yaralanıp sonra iyileşen sevgi ve şefkat bekleyen canlılar olarak gördüm. Ağırbaşlı, dikbaşlı, yumuşak başlı ya da başına buyruk şehirler. İçine adım attığımız andan itibaren bizi derinden etkileyen, şeklini birbirimizi karşılıklı sararak, dışlayarak, yeniden yoğurmaya başladığımız ele avuca sığmaz canlılar.
Şehirlere adım atar atmaz kaynayanlayız hemen; izlemeye alırız daha çok. Direnmeyi, anlamayı, sonra yerine göre karışıp gitmeyi Öğreniriz. Gittiğimiz şehirleri gezeriz ya da bir vakte kadar yaşarız içinde ama aslında bütünü hiç bilemeyiz. Şehir tam bir insan yüzü gibidir de, biz sadece belli yerlerin farkına varırız. Yüzün tamamını göremeyiz bir türlü. Yerleşik olduğumuz beldeler için bile budur durum. Şehirlerin içinde bir güzergâhımız vardır, onu yaşar onu biliriz. Herkes kendi kısmım yaşar yani. Herkesin çemberi kendine.
Yeryüzü kabuğunun üstündeyiz. Farz edin yürüyüp gidiyoruz. İlerledikçe bu kabuğun aldığı biçimlerdir şehirler. Mimariden şiire, sanattan siyasete her şey bir bütünlüğün, insan yoğunluğunun ve yolculuğunun kesik kesik parçaları. Kabuk, üzerine basan insanların derinliğine ve insanlığına göre türlü türlü şekiller alır.
Bazen de şekilleri yanılsamalar halinde bizim hayal gücümüz, değişken ruh halimiz yaratır. Gece bize geniş mi geniş görünen meydanlar, her an her şey olabilir hissi yaratan, bizi heyecana boğan, nefesimizi kesen sokaklar, günün ağarmasıyla şaşkınlık yaratacak kadar sıkıcı ve sıradan bir yer oluverir. Hepsini uyduran ve vehmeden bizim muhayyilemizdir.
Şehrin sinir uçlarını kısa sürede keşfetmek gerçekten zor. Sinir uçları şehrin efendileri ile gözden çıkarılmış insanları arasındaki sınırlardadır. Ana caddelerdeki dijital kafalı, kredi kartlı, işi acelesi olan, bir örnek mutluluklar peşinde koşturup duran, nasıl muhalefet edecekleri bile bir merkezden söylenen insanlara karşılık, bir de dipte, ara sokaklarda gezerler göçerler, sisteme dâhil olamamış insanlar var. Bu genel bir şehir hali. Bu yüzden şehirleri doğu-batı diye ayırmak istemedim. Bu ayırım hiçbir şeyi netleştirmiyor, daha iyi anlamamıza yol açmıyor gibi geldi bana,
Karar veremiyor insan. Şehir bir parlayıp bir sönüyor. Nereden baktığımıza bağlı. Paris'in en çok parıldadığı, övüldüğü, kadınların şen şakrak sokak kafelerini doldurduğu ve Osmanlı aydınlarının bu ışıltılı keyifli şehri kendilerini kay-bedercesine keşfetmeye başladığı bir dönemde Victor Hugo Sefilleri yazıyordu. 1868'de yayınlanan eserde yüzlerce sayfayı Paris'in varoşlarına ayırmıştı. "Burası korkunç bir yerdir. Burası karanlıkların kuyusudur. Körlerin çukurudur burası. Cehennemin ta kendisidir."
O günden bugüne şehirler için söylenen şeylerin hepsi birden doğrudur, iddiaların tümünün bir toplamıdır bu mekânlar. Şehir en çok da büyük bir yalandır, oyalanıp durduğumuz, bizi evrenin genel ahenginden koparan, şu dünyadaki sınırlı vaktimizi, en değerli mülkümüzü yiyip bitiren yerdir.
Şehirler de kitaplar gibi. Bazı kitapları tekrar tekrar okuruz; yaşımız ilerledikçe, hayata dair deneyimlerimiz genişledikçe her seferinde kitap bize başka türlü görünür. Cümleler sanki öncekinden farklı kurulmuştur. Şehir de böyle. Her gidişte algımız değişir. Çünkü biz değişmiş oluruz, şehir değişmiş olur, güzel Rabbimiz gezegenine yeni bir ruh üflemiş olur.
Şehirler üzerine öyle güzel kitaplar var ki, neden bir de ben yazmaya kalkıştım? Şehirlerin güzelliklerini, özelliklerini değil daha çok 2000'li yıllarda Türkiye'den bir kadının belleğinden, kalbinden nasıl geçtiğini yazmak istedim. Daha doğrusu otel odalarında geceleri yazılmış notlarımı derledim.
Bu şehirleri özel olarak seçmedim. Sadece notu tutulmuş şehirler oldukları için buradalar. Diğerleri içimde. Medine'deki atmosferi, Strasbourg'da nasıl saldırıya uğrayıp çantamı ve onunla birlikte on yıllık günlüğümü çaldırdığımı, Paris'ten ayrılırken şehrin çıkışını bir türlü nasıl bulamadığımızı, Kahire müzesinde II. Ramses'le karşılaşma ânını, Meşhed'de yakalandığımız muhteşem kar yağışını, Venedik'in insanın içine işleyen rutubetli derinliğini, Boston'un aşırı "cool" entelektüel havasını ve daha birçok şeyi yazmak isterdim ama sabrım yetmedi açıkçası.
Bu kitabı KitapGalerisi'nden bu linke tıklayarak satın alabilirsiniz.
kitap
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder