22 Ekim 2013 Salı

Vatanı Sattık Bir Pula


Vatanı Sattık Bir Pula, Hıfzı Topuz  tarafından yazılmıştır. http://kitapgalerisi.com'da %20 İndirim ve aynı gün kargoya teslim avantajıyla alabilirsiniz. |  Remzi Kitabevi, Roman, 9789751415790, 255 Sayfa, Ekim/2013

Kitabın 7.8. ve 9. sayfalarından tanıtım amaçlı alıntı yapılmıştır.

Çocukluk, İlkgençlik, Evlilik
Namık Kemal'in Çocukluğu

19. yüzyılda Osmanlı topraklarında efsane bir şair yaşadı. Vatan sevgisinin ne olduğunu anlatabilmek için yıllar boyu belleklerden silinmeyen hamasi şiirler yazdı. Avrupa'ya kaçtı. İngiliz ve Fransız yazarlarının düşüncelerinden yararlanarak bilgisine hazineler kattı. Yurda döndü. Yazdığı Vatan Yahut Silistre adlı oyun bütün İstanbul halkını ayağa kaldırdı. Sultan'ın ve sadrazamların baskısına, keyfi yönetime ve zorbalığa karşı direndi. Vatan aşkının ve özgürlüğün simgesi oldu. Sürgünlere gönderildi, adını altın harflerle Osmanlı tarihine yazdırdı. 48 yıllık yaşamının on sekiz yılı sürgünde geçti. Ama son dokuz yıl devlet hizmetindeydİ. Düzenden yana oldu, padişaha Övgü dolu mektuplar yolladı. Devleti kurtarmaya çalışan üst düzeyde bir kahraman durumundaydı.
Kimdi o ünlü kahraman?
Gelin bu efsane şair Namık Kemal'i yakından tanıyalım.
Namık Kemal'in babası Mustafa Asım Bey tarihe meraklıydı, Arapça ve Farsça bilirdi, önceleri mal müdürlükleri yapmış, müneccimliğe de yönelmişti. Yani astrolojiyle uğraşıyor, yıldız falına bakarak geleceğin gizemlerini çözmeye çalışıyordu. Müneccimlik bir zamanlar önemli bir işti. Bazı kumandanlar savaşlarda taarruza geçmeden önce başarı olasılıklarını müneccimlere sorarlardı. Bu, kökünü Ortaçağın karanlıklarından alan, bilim dışı bir araştırma yolu, yani falcılıktı.
Mustafa Asım Bey, ünlü bir Osmanlı ailesinden geliyordu. Büyük dedesi Topal Osman Paşa sadrazamlığa kadar yükselmişti. Asım Bey, genç yaşlarda Abdüllatif Paşa adında varlıklı ve bilgili bir muhassılın kızını aldı. Muhassıl diye taşrada vergi toplayan görevlilere deniyordu. Abdüllatif Paşa o dönemde Tekirdağ Muhassılıydı. Arnavut kökenli ve Bektaşi'ydi. Asım Bey de kayınpederinin evine içgüveysi olarak yerleşti.
Eşi, yani Abdüllatif Paşa'nın kızı Fatma Zehra da görgülü ve bilgili bir hanımdı. Paşa, kızına çok düşkündü. Bir süre sonra 21 Aralık 1840'ta Zehra Hanım nur topu gibi sevimli bir oğlan doğurdu. Asım Bey birkaç gün sonra çocuğunu kucaklayarak bir dervişe götürdü. Derviş, yavruyu okuyup üfledikten sonra dualarla çocuğa Mehemmed Kemal adını koydu.
Kemal'in ilk yılları Tekirdağ'da ana ve babasıyla birlikte büyükbabasının evinde geçti.
Çocuk beş yaşındayken paşa Afyon muhassıllığına atandı. Asım Bey, eşi Zehra Hanım ve oğlu Kemal de paşayla birlikte Afyon'a taşındılar. 1845 yılının Mart ayıydı. Soğuk bir kış günü paşanın eşyaları iki at arabasıyla Afyon'a getirildi. Aile de ayrı bir arabayla çamurlu yollara bata çıka Afyon'a ulaştı.
Afyon'un adı o dönemde Karahisar-ı Sahip Sancağıydı. Sancak, Hüdavendigâr eyaletine bağlıydı. Tanzimat'ın ilanından sonra yitirilen savaşlarda Rumeli'den ve Kafkasya'dan buraya çok sayıda insan göç etmişti. Kentin yaklaşık dörtte biri Ermenilerden oluşuyordu. Türkler ve Ermeniler aynı mahallede barış içinde, birlikte yaşıyorlardı.
Abdüllatif Paşa ailesini kente gelirken etkileyen İlk manzara peri bacaları gibi dizi dizi kayalar ve onların ardında yükselen Karahisar Kalesi olmuştu. Kemal, kaleyi hayranlıkla izliyor ve içini korku kaplıyordu.
Araba sonra kent yollarına saptı. Kemal ilk kez bu kadar zengin bir çarşının içinden geçiyordu. Büyük hanların arasında uzanan çarşılarda neler yoktu ki? Dericiler, pabuççular, samancılar, yemciler, yağcılar, bezciler, saraçlar, zahireciler, af-yoncular, demirciler, bakırcılar, kalaycılar, gümüşçüler, daha neler neler...
Geçtikleri yollarda büyük camiler, mektepler ve bir Mevlevihane vardı.
Abdüllatif Paşa'yı en çok ilgilendiren tarihsel yapılardan biri bu Mevlevihane oldu. Torununa şöyle dedi:
"Bak yavrum, burada ilk işim sana şu gördüğün Mevlevihane'yi gezdirmek olacak. Şimdiden şunu aklında tut, burası 16. yüzyılda Hz. Mevlâna'nın yedinci kuşak torunlarından Sultan Divani zamanında yapılmıştır."
Kemal Mevlevihane sözünü ilk kez duyuyordu. Bunu hiç unutmadı. Araba az sonra eski bir konağın önünde durdu. Oraya yerleşeceklerdi. Paşa ve ailesi bu türlü göçlere alışık oldukları için konağa yerleşmekte güçlük çekmediler.
Kemal, konağı ve mahalleyi çok sevdi. Sokakta kendine arkadaşlar edindi. Babası Mustafa Asım Bey, annesi Zehra Hanım ve dedesi Abdüllatif Paşa da çocukla çok ilgileniyor ve onu yetiştirmeye çalışıyorlardı.
Paşa, torununa verdiği sözü tuttu, damadıyla birlikte çocuğu Sultan Divani Mevlevihanesi'ne götürdü. Kemal heyecan içindeydi. Onu en çok ilgilendiren yer de hattat odası olmuştu. Büyüyünce böyle bir çalışma odasına sahip olmayı ne çok istiyordu. Mevlevihane'deki derviş odaları, matbah (mutfak), semahane ve avludaki mezarlık da çocuğu büyüledi.
Kemal, dedesinin Afyon'da bulunduğu üç yıl boyunca sık sık Mevlevihane'ye gitmek fırsatını buldu, sema ayinlerine ve aşure yemeklerine katıldı.

Bu kitabı KitapGalerisi'nden bu linke tıklayarak satın alabilirsiniz.

kitap

İyi Hisset

İyi Hisset, Patrick Holford tarafından yazılmıştır. http://kitapgalerisi.com'da %20 İndirim ve aynı gün kargoya teslim avantajıyla alabilirsiniz. | Doğan Kitap, Sağlıklı Yaşam, 9786050916485, 268 Sayfa, Ekim/2013

Kitabın 27.28. ve 29. sayfalarından tanıtım amaçlı alıntı yapılmıştır.

Ne kadar mutlusunuz?
Sabahları yeni bir güne uyanmanın merak ve heyecanıyla yataktan zıplayarak mı kalkarsınız? Kendinize on üzerinden not vermeniz gerekirse -on gerçekten iyi hissedip hayattan zevk almakken sıfır en ait düzey olsun- şu anda bunun neresindesiniz? Muhtemelen yedi üzerinde değilsiniz ve elinizde tuttuğunuz kitabı alma nedeniniz de bu. Bu kitabın amacı, çoğunlukla kendinizi harika hissedeceğiniz başka bir dünyanın kapılarını aralamaktır.
Öncelikle "mutlu ve enerji dolu"dan "bunalmış ve tükenmiş"e doğru olan ölçeği daha detaylı keşfetmeliyiz, çünkü bu sizin iyi hissetmenizi sağlayacak önemli öğeleri bulmanızdaki mihenk taşınız olacak. "Depresyon" çok farklı duyguları tanımlamada kullanılan bir kelimedir: Tuttuğunuz takım kaybettiğinde hissettikleriniz de, hayatın yaşanmaya değmez gibi göründüğü anlarda attığınız umutsuzluk çığlıkları da depresyon tanımına girebilir. "Neşesiz" olmaktan, sizi çalışmaktan ve düzenli bir ilişki kurmaktan alıkoyan en zayıflatıcı hastalıklardan birine varıncaya kadar genel bir duygunun adı olabilir. Birçok insan utandığı için depresyonda olduğunu itiraf etmez, ama iyi hissettiğini de söyleyebilecek durumda değildir.
Psikologlar depresif duyguların genellikle endişe, korku, öfke, sinir bozukluğu, umutsuzluk ve çaresizlik eşliğinde ortaya çıktığını söylerler. Bir birey, insanlara karşı kolayca hırçınlaşıp sabırsızlık gösterebilir ve öfke patlamaları yaşayabilir. Ama bu duygular ne kadar yaygındır?
İki kişiden biri mutsuz olduğunu söylüyor
www.patrickholford.org adresindeki internet sitemde yüzde 100 çekap testi yer alıyor. Bu yaklaşık yirmi dakikada doldurulabilecek bir sağlık anketi. Her soruda "nadir"den "sıklıkla"ya kadar uzanan bir yanıt skalası var ve bunlar 100 puan üzerinden değerlendiriliyor. Şimdi bu anketi doldurun ve kaç puan aldığınıza bakıp ne durumda olduğunuzu görün.
2000 ve 2010 yılları arasında 55.000'ten fazla insan ruhsal durumları hakkında aşağıdaki soruları içeren yüzde 100 sağlık anketini doldurdular:
Ruh halinizdeki değişikliklerden rahatsız mısınız?.......... % 63
Depresyonda mısınız?.................................. % 48
Aniden endişelenip geriliyor musunuz?...................% 66
Aniden hırçınlaşıyor musunuz?.......................... % 66
Genellikle keyifsiz biri misiniz?.......................... % 58
Motivasyonunuzda ya da performansınızda düşüş var mı?... % 62
Enerjiniz daima düşük mü?.............................. % 81
Kolayca sinirlenir misiniz?..............................% 55
İnsanlar ya da olaylar sizi engellerse öfkelenir misiniz?...... % 82
Uykusuzluk ya da uyumakta zorluk çekiyor musunuz?  .....% 55
"Sıklıkla" ya da "ara sıra" yanıtını verenlerin oranı sağ tarafta gösterilmiştir. Nasıl buldunuz? Bu oranlar bu kadar çok insanın nasıl hissettiğini gösteriyor. Çok az insan gerçekten kendini kötü hissettiğinde doktoruyla konuşarak ya da bir danışman veya psikoterapistten yardım alarak bu durumdan kurtulmaya çalışır. Ama çoğumuz bu duruma katlanırız, bunun hayatın kendisi olduğunu varsayarız ve hayat şartlarımızı iyileştirmek için mücadele vermemiz gerektiğini düşünürüz: daha iyi bir eş, daha iyi bir iş, bankada daha çok para, güneşli bir tatil...
Durum gerçekten kötüye gittiğinde bazılarımız ilaç tedavisine başvururuz ve bir süreliğine daha iyi hissetsek bile buna genellikle devam ederiz, ingilizlerin antidepresan alımıyla ilgili doğuştan bir şüpheleri olduğu halde, İngiltere'de NHS (National Health Servise-Ulusal Sağlık Hizmetleri) tek başına antidepresanlara yılda 250 milyon pound'dan fazla harcıyor ve 40 milyon reçete dağıtıyor.

Amerika'da tahminen halkın yüzde 10'una şu sıralar en çok anti-depresanlar reçete ediliyor.
Ruh halinizi ne belirler?
Neden böyle hissediyorsunuz ve nasıl daha iyi hissedebilirsiniz? Genellikle bahanemiz hazırdır ve çoğu kez bizim dışımızda gelişen şeylerdir; daha şanslı olsaydım; doğru kadını/adamı bulabilseydim; daha iyi arkadaşlarım/daha iyi bir işim/daha çok param/kendime ayıracak daha çok vaktim olsaydı; daha farklı bir yerde yaşasaydım; ne yapacağımı bilebilseydim ya da dini bir inancım olsaydı gibi... "Dışarıdan" gelecek şeylerin kendimizi daha iyi hissetmemize sebep olacağını zannederiz.
Çoğunlukla ruh hali değişiklikleri, yaşanan "kötü" bir olay tarafından tetikleniyor gibi görünüyor: kötüye giden bir ilişki ya da belki bir yakının ölümü veya sağlık, ev, eş, iş veya para kaybı; aşağılanma ya da yenilgi hissi. "Tuzağa düşmüş hissetmek" ve yaşamını kontrol edememek depresyona en çok neden olan tetikleyiciler arasındadır ve Derby Üniversitesi'nden Klinik Psikoloji Profesörü Paul Gilbert'ın Overcoming Depression (Depresyonla Başa Çıkmak) kitabında bahsettiği gibi, depresyonda olanların en sık yaşadığı duygulardan biridir.
Bir şeyler eksik
Ne olursa olsun daima bir şeyler eksiktir. Şüphesiz bol "şans" fark yaratacaktır, ama mutluluk bol şans ya da zengin olma meselesi midir? Çoğu zaman mutlu olan insanların bizden daha kötü şartlarda yaşadığını görürüz. Peki, bunun sırrı nedir? Onlar basit, hiçbir amacı olmayan insanlar mı? Öyleyse bu, sizin gibi insanların mutlu olmayacakları anlamına mı geliyor? Sonradan öğrenilen ya da gen programlamamızın bir parçası olarak miras aldığımız bir genel durum, bir insan hakkı veya insanlığın bir yanılgısı mıdır? Hiç şüphesiz bu düşünceleri daha önce aklınızdan geçirdiniz ve kendinizi daha iyi hissetmek için farklı yollar denediniz.

Bu kitabı KitapGalerisi'nden bu linke tıklayarak satın alabilirsiniz.

kitap

Şeytanı Uyandırma

Şeytanı Uyandırma, John Verdon tarafından yazılmıştır. http://kitapgalerisi.com'da %20 İndirim ve aynı gün kargoya teslim avantajıyla alabilirsiniz. | Koridor Yayıncılık, Roman, 9786054629251, 535 Sayfa, Kasım/2012


Kitabın 58. ve 59. sayfalarından tanıtım amaçlı alıntı yapılmıştır. 

5.Bölüm
Kördüğüme Doğru
Gurney'in tüm ikna çabalarına karşın Kim polis çağırmayı reddetti.
"Sana anlattım. Daha önce polise müracaat etmiştim. Artık onları aramayacağım. Hiçbir faydası olmuyor. Eve gelip, kapılara, pencerelere bakıp, içeri zorla girildiğine dair bir iz olmadığını söylüyorlar. Sonra yaralanan kimse var mı, herhangi bir şey çalındı mı ya da kırılan bir şeyler var mı diye soruyorlar. Sanki sorun bu kategorilerden birine girmiyorsa ortada sorun diye bir şey olamazmış gibi davranıyorlar. Geçen sefer banyoda bıçak bulup aradığımda bıçağın bana ait olduğunu öğrenince bütün ilgilerini kaybettiler. Onlara bıçağı iki hafta önce kaybetmiş olduğumu söylememin de bir etkisi olmadı. Yerdeki kan lekesinden numune alıp, tek bir kelime bile etmeden çekip gittiler. Tekrar gelirlerse yüzüme vakitlerini boşa harcayan histerik bir kadınmışım gibi bakacaklar. Bu yüzden canları cehenneme. Geçen sefer içlerinden biri ne yaptı biliyor musun? Esnedi. Evet, inanması zor ama yüzüme baka baka esnedi!"
Gurney kızın anlattıkları doğrultusunda önüne yeni bir vaka gelen her yoğun polis memurunun içgüdüsel olarak deneyimle-diği önem sırasına koyma işlemini düşünüyordu. Bu polis memurunun o ay, o hafta, o gün incelediği vakaya göre değişkenlik gösteren bir işlemdi aslında. Uzun yıllar önce NYPD'de birlikte çalıştığı bir arkadaşı gelmişti aklına. Batı New Jersey'de küçük, sessiz, tenha bir kasabada yaşayan arkadaşı bir gün işe mahalli bir gazete getirmişti. Gazetenin birinci sayfasında adamın birinin arka bahçesinden çalınan bir kuş suluğuyla ilgili bir haber vardı. Oysa o sırada New York'ta haftada neredeyse yirmi cinayet işlenmekte ve gazetelerde bu konu hakkında nadiren o da en fazla bir satırlık haberler yer almaktaydı. Kısacası neyin önemli neyin önemsiz oluşu aslında göreceliydi. Her ne kadar Kim'e söylemese de Gurney tecavüzlerle, cinayetlerle boğuşan bir polis memurunun banyosunda, kendi bıçağını bulmasını pek de önemli bulmayışını anlayabiliyordu.
Ama aynı şekilde bunun Kim'i ne derece rahatsız ettiğinin de bilincindeydi. Daha da ötesi eve giren bu adamın yaptıklarını kendi de bir hayli rahatsız edici buluyordu. Kim'e bir süreliğine Syracuse'dan ayrılıp annesinin yanında kalmasının daha iyi olabileceğini söyledi.
Bu teklifi, Kim'in delice öfkelenmesine yol açmıştı. "O or.spu çocuğu," diye adeta dişlerinin arasından tısladı. "Eğer bu savaşı kazanabileceğini sanıyorsa beni hiç tanımamış demektir."
Gurney bir süre kızın sakinleşmesini bekledi. Sonra da aradığında hangi dedektifle görüştüğünü sordu.
"Sana söyledim ya onları bir daha aramayacağım." "Anladım. Ama onlarla ben konuşmak istiyorum. Belki sana söylemedikleri ama bildikleri bir şey vardır." "Hangi konuda?"
"Mesela Robby Meeese konusunda? Kim bilir? Onlarla konuşana kadar bunu bilmemiz imkansız."
Kim dudaklarını sıkarak gözlerini Gurney'inkilere dikti. "Elwood Gates ve James Schiff. Kısa boylu olanı Gates, uzun boylusu da diğeri. Farklı bedende yaşayan ama birbirine tıpatıp benzeyen iki hödük."

Bu kitabı KitapGalerisi'nden bu linke tıklayarak satın alabilirsiniz.

kitap

Kiralık Ten

Kiralık Ten, Bernice L. McFadden tarafından yazılmıştır. http://kitapgalerisi.com'da %20 İndirim ve aynı gün kargoya teslim avantajıyla alabilirsiniz. | Martı Kitabevi, Roman, 9786053481737, 350 Sayfa, Ağustos/2013

Kitabın 17.18. ve 19. sayfalarından tanıtım amaçlı alıntı yapılmıştır.

Jude ölmüştü.
Yaz mevsimine göz kırpan sıcacık bir havada insanların hayatın koşullarını, tenlerinin renklerini ve beşeriyetin hangi sınıfına ait olduklarını kısacık bir an için şöyle bir kenara bırakıp da yüksek sesle kahkaha attıkları bir günde, çocukluk ve kadınlık arasında bir yerlerde gezinen Jude'un, yaşıtlarıyla birlikte sassafras ağaçlan arasında kıkırdaması ya da çıplak ayaklarını Hodges Gölü'ne batırıp çıkarması ve etkisini sürdüren serin havayla ürpermesi gerekiyordu.
Ama Jude ölmüştü.
O yumuşacık, pembe ve el değmemiş kadınlığı kıskançlığın keskin bıçağıyla doğranmış ve cansız bedeninin yola bakan tarafında öylece yere bırakılmıştı. Saçtan yapılma kalın halatlar gibi görünen örgüleri, çam iğneleri ve toz toprakla karışmış halde başının üzerinde darmadağındı. En sevdiği renkler olan sarı ve beyaz kumaştan elbisesi boynuna kadar sıyrılmış, kış boyunca yeni yeni tomurcuklanan göğüslerini açıkta bırakmıştı.
Cinayet, buram buram Beyaz Adam kokuyordu. Bu yalnızca gerçeğin bir kısmıydı. Fakat kimsecikler bunu yüksek sesle dile getiremiyordu. Yıl 1940... Arkansas'ın Bigelow kasabası... Ölen, zenci bir çocuk... Daha fazla söze gerek var mı?
Cinayeti, ölen çocukla aynı ten rengine sahip insanlardan başka kimse umursamadı.
Ama onu besleyip büyüten, sancılı gecelerinde onu okşayıp yatıştırmaya çalışan, ilk adımlarında alkışlayıp, o tatlı ağzından dökülen önce anne sonra baba kelimelerini duyunca ağlayan anne ve babası umursadı.
Evet, bu cinayet, tatlı mı tatlı Jude'un, değil bir insanı, bir sineği bile incitmeyen ailesinin umurundaydı. Jude'a yapılanları kelimelerle açıklamak mümkün değildi.
Olanlar, ilk olarak Edelson denen çocuktan duyuldu. Tüm yolu koşarak gelmiş ve vardığında nefes nefese kalmıştı. Demircilik yapan Zenci John, cesedi yolun bir buçuk kilometre kadar aşağısında bulmuş ve yola çıkmak için kendini toparlamaya çalışırken, küçük kızın üzerini bir çuvalla örtmüştü. Cesede bakakalan çocuğu kendine getirmek için de onu iki kez baş aşağı çevirmek zorunda kalmıştı.
Çocuk gittikten sonra Zenci John kalıp, küçük kızın örselenmiş cansız bedenini kollarının arasına aldı ve onu kamyonetin arkasındaki içi tarla mahsulleriyle dolu kasa ve çantaların arasına nazikçe bıraktı. Ayakta durup, bu neredeyse kadın ama bir o kadar da çocuk olan bedene baktı. Hayattayken, tıpkı babası gibi uzun boylu ve iriyarı biriydi ama ölüm Jude'un bedenini adeta küçültüvermişti. Belki de derisinin, vücudundaki kırıkların aralarına doğru çökmesi sebebiyle böyle ufak ve eğri büğrü görünüyordu.
Acıyla başını iki yana salladı ve olanlar için bir açıklama beklercesine başını göğe doğru kaldırdı. Bir karatavuk sürüsü güneşle arasına girdi; sonra hepsi birden dağılıverdiler. On beş yıldır kimseye itiraf etmemiş olsa da John, belki bu manzara neden ve nasıl sorularının açıklamasıydı, diye düşünerek o anı hatırlayıp dururdu.
John'un karısı, Jude da dahil olmak üzere Bigelowlu çocukların çoğunun doğumunda yardımını esirgememişti. Şimdi, Jude'un bu hazin sonuna şahit olunca kendi evladını kaybetmişçesine perişan olacaktı. John, çocuğun cansız bedenine tekrar baktı ve derin bir ah çekti. Hayat devam ediyor, yola devam, diye mırıldandı kendi kendine. Sonra, aklına gelen bu cümlenin konuyla ne ilgisi olduğunu düşünse de bulamadı.
Oyalanıyordu. Patates, turp, lahana, yerelması ve Jude' un cansız bedeniyle yüklü arabasının arkasında dikilmiş öylece duruyor, gitmesi gereken yere varışını ve hemen ardından yaşanacak o karanlık sahneyi elinden geldiğince uzağa taşımaya çalışıyordu. Ağlayan gözler ve feryat eden diller... Keder sık sık uğramıştı John'un hayatına, ancak evladını kaybetmiş bir annenin kederi yok mu, işte o, kederlerin en koyusudur.

Bu kitabı KitapGalerisi'nden bu linke tıklayarak satın alabilirsiniz.

kitap

Cumhuriyet Türk Mucizesi

Cumhuriyet Türk Mucizesi, Turgut Özakman tarafından yazılmıştır. http://kitapgalerisi.com'da %20 İndirim ve aynı gün kargoya teslim avantajıyla alabilirsiniz. | Bilgi Yayınevi, Tarihi Roman, 9789752203181, 440 Sayfa, Ocak/2009


Kitabın 15. 16. ve 17. sayfalarından tanıtım amaçlı alıntı yapılmıştır.


Birinci Bölüm Başlangıç
28 Eylül 1922-11 Kasım 1922
BÜTÜN Türkiye günlerdir durup durup coşuyor, bayram ediyordu.
Bir İstanbullu anı defterine şöyle yazdı:
"Hastalık, parasızlık, acı, düşmanlık, gelecek kaygısı, her şey, her şey unutuldu. Her yer çılgınca sevinen mutlu insanlarla dolu. Sevinçten kucaklaşıp kucaklaşıp ağlaşıyoruz. Her yanda bayraklar. Milli Mücadele karşıtı beş hocayı üniversiteden kovdurmayı başaran öğrencilerin sevinci artarak sürüyor!'
Asya, Ortadoğu ve Afrika'daki bütün Müslüman topluluklar da, bu mucize zaferi coşkuyla kutlamaktaydı. Hiçbiri bağımsız değildi. Hepsi sömürgeydi, işgal ya da denetim altındaydı, esirdi, geriydi. Dünya bu talihsiz insancıkların sevinç ve gurur dolu çığlık-larıyla inliyordu:
"Yaşasın Türkiyeeee!"
Türkler emperyalizmi yenmişti. Bir ilkti bu. Tarihin çok Önemli bir dönemeci yaşanıyordu. Türk ordusu Anadolu'yu temizlemiş, Çanakkale'yi sarmış, İstanbul kapılarına dayanmıştı.
Kanlı oyunun son aşaması başlamıştı.  Türkiye 1918'de yenilip teslim olduğu zaman hepsi yıkılmıştı. Türkler bile başa çıkamadığına göre 'bu beyaz efendileri' kimse yenemez diye düşünmüşlerdi. Ümitsizliğin dibine çöktükleri anda 'Türklerin İngilizlere ve ortaklarına İsyan ettikleri' gibi inanılması zor haberler gelmeye başlamıştı.
"Neee?"
İşgale, parçalanmaya, paylaştırılmaya, sömürülmeye karşı çıkmıştı Türkler...
"Acaba doğru mu?"
Son haçlı saldırısına direniyorlardı...
"Direniyorlar ha!"
İngilizlerin ortaklarını, paralı askerlerini, kiralık katillerini ardarda yeniyorlardı...
"Yarabbi bu bir rüya İse ne olur uyandırma!"
Bu olağanüstü mücadeleyi dört yıl boyunca, Türklerin kazanması için dua ede ede, içleri titreyerek izlemişlerdi. Ezilen, sömürülen, hor görülen İslam dünyası için bu bir onur sorunuydu. Sonunda büyük haber gelmişti: Müslüman Türkler bütün beyaz efendileri, adamları, yamakları, uşakları, beslemeleri, soytarıları, alkışçıları ve çığırtkanlarıyla birlikte yenmişti!
Milyonlarca yanık, kavruk ses göğe yükseldi:
"Elhamdülillaaaaah!"
Malezya'dan Nijerya'ya kadar Asya ve Afrika'daki bütün Müslüman topluluklar sevinçle dalgalandı. Birçok şehir M. Kemal Paşa'nın resimleriyle donatıldı, Gazze'de ve Nablus'ta pencerelere Türk bayrakları asıldı.
İngilizler Nehru ile Öteki Hint liderlerini hapsetmişlerdi. Liderler kaldıkları koğuşları Türk zaferi şerefine çiçekli dallarla süs-lediler.
Bu olay Müslüman olmayan sömürgelerde de bağımsızlık ve Özgürlük ümidini yeşertecekti.
Tarihin akışı değişiyordu.
Tunus'un Kairouan şehrinde yaşayan Bouhdiba Efendi haberi alır almaz şükür secdesine kapandıktan sonra duaya durdu:
"Bize de Mustafa Kemal Paşa gibi bir serdar, Türk ordusu gibi bir ordu nasip et ey yüce Allahım."
İSLAM dünyasını coşturan bu zafer dünyayı şaşırtmış, özellikle İngilizleri çok sarsmıştı. Yüz yıllık bir ön hazırlığın ürünü olan Sevr Andlaşması ile onun kadar önemli olan Üçlü Anlaşma suya düşmüş, bütün çabalar boşa gitmiş, bütün planlar çökmüştü. Bu tehlikeli örnek sömürgeleri karıştıracaktı.
İngilizlerin, M. Kemal Paşa önünde, Çanakkale'den sonra ikinci büyük yenilgisiydi bu.
"Lanet olsun!"
Anadolu'yu Yunan ordusundan temizlemiş olan Ankara, İstanbul'da bulunan Yunan savaş gemilerinin uzaklaştırılmasını, Meriç'e kadar Doğu Trakya'nın da Yunan askerlerinden boşaltılarak Türkiye'ye geri verilmesini istiyordu (Edirne, Tekirdağ, Kırklareli ve Gelibolu).4 Bu konuda direneceği anlaşılıyordu. Bir yandan da iki ordusuyla ağır ağır İstanbul ve Çanakkale'yi kuşatıyor, böylece Müttefikleri barış masasına oturmaya zorluyordu.
İngiliz ve Türk askerleri bir yıldan beri Gebze ile Karadeniz arasındaki çizgide karşı karşıya oldukları için bu kesimde durum oldukça sakin sayılabilirdi.
Ama hava Çanakkale'de çok gergindi. İngilizler Boğaz kıyısında genişçe bir kesimi tarafsız bölge ilan etmişlerdi. Türklerin bu bölgeye girmesini istemiyorlardı. Bunu sağlamak için de Çanakkale'ye birlik, top, uçak ve savaş gemisi yığıyorlardı. Bildikleri tek çare savaştı.5
İngiliz askerleri tarafsız bölgenin sınırlarında, tel örgüler gerisindeki siperlerde, eller tetikte beklemekteydiler.
Türkler 2. Ordu'yu Çanakkale'ye doğru yürüttüler.
Birliklere İngilizler ateş açmadıkça çatışmaya girmemeleri emri verilmişti. Türk piyadeleri ve süvarileri patikalardan, sel yataklarından yaklaşarak, tarafsız bölgenin sınırlarında bitiveriyor, usul usul 'tarafsız bölgeyi' sarıyorlardı. Amaç savaşmadan, kan dökmeden yenmekti. Bu, demir gibi bir disiplin isterdi, bu da Türk ordusunda fazlasıyla vardı.

Bu kitabı KitapGalerisi'nden bu linke tıklayarak satın alabilirsiniz.

kitap